25 Mayıs 2016 Çarşamba









             Bu gün yine yağmur var Ankara´da ...Yine ağlamaklı gözlerim. Hele dur müsade et bana
anlatacaklarım var... Yaşarken öğrendim ben mutlu olmak için sebeplerim olduğunu...



         ÇOK ŞÜKÜR HADİ AĞLAMA .                                              




                                                                                              GÜLŞEN KOÇAK DEMİR

    SEVERİM

 

Ben en çok baharı severim.

Kimse sormaz, ayakkabın nerde?

Yırtık çoraplarımla gezerim.

Terliklerimin biri yerde, biri gökte.

 

Ben en çok koyu renkleri severim.

Kirlenirse, görmezler lekelerini.

Kızmaz annem bana bilirim,

Pis demez, tutar mısın ellerimi?

 

Ben en çok annemi severim.

Açar bana kalbinin en derin köşesini,

Bir derdim olsa hemen giderim,

Kim tutar annemin yerini.

 

                                               GÜLŞEN KOÇAK DEMİR

 





 SARILIP YATALIM MI ANNE

Küçük Aslan, mutfağın içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyor, ağzının içinde belli belirsiz laflar geveliyordu. Annesi Sultan Hanım, Aslanın ne demek istediğini biliyor, fakat beklediği cevabı veremeyeceği için oğlunun çaresizce dolaşmasını içini çekerek seyrediyordu. Bir çeşit oyalama taktiğiydi bu ona göre. Belki bu pervasızca bekleyişi kendiliğinden bitirir, yorulur ve sessizce uyurdu odasında. Aslanın hiç niyeti yoktu hâlbuki. Ne olursa olsun hedefine ulaşmadan, en azından niyetini söylemeden annesinin yanından ayrılmayacaktı. Süre uzuyor uyku aslanın gözlerine yuva yapıyordu. Sonunda bir çırpıda beklenen soruyu sordu:

- Anne, çok uykum geldi, sarılıp yatalım mı?

Sultan Hanım:

- Tamam oğlum, sen git, geliyorum, dedi.

Beklenen sorunun beklenen cevabıydı bu. Biliyordu Aslan, bu cevabın anlamını. Yine başından savıyordu annesi, o “tamam” hiç olmayacaktı, annesi hiç gelmeyecekti yanına, sarılıp yatmayacaktı. Bir yandan annesine, bir yandan yığılı bulaşıklara baktı. Aslan:

- Peki, ama çabuk gel, beni kontrol et, hem de üç kere, dedi.

Sultan hanım yaptığı işten başını bile kaldırmadan mırıldanan ses tonuyla:

- Tamam, diyebilmişti.

Artık aile klasiği olmuştu bu olay. Çocuk bekliyor, anne gidemiyor, iki tarafta mutsuz, kazanan olmuyor.

Aslan boynunu büküp, mutfaktan çıkmış, odasına gidip yatağına uzanmıştı. İri gözleri uykusuzluktan küçülmüş, ama bir türlü kapanmıyordu.

Mutfaktaki tabakların tıkırtısı kesilince, umutla kapıya doğru bakıyor, sesler yeniden başlayınca kafasını yastığa gömüyordu. Bu şekilde ne kadar bekledi bilinmez, bir müddet sonra tıkırtı sesleri ona ninni olmuş, kendisini uykunun kollarına teslim etmişti. Rüyasında karanlık bir yerde yalnızdı. Annesini arıyor, korkudan tir tir titriyordu. Birden karanlığı yırtan bir el gördü. O ele doğru koştu. Eli tutacakken, el kayboldu. Bu olay üç defa tekrar etti. Artık ellere koşmuyor, yerinde umutsuzca bekliyordu. Ümidini yitirdiği bir anda, iki el gördü. Bu eller tanıdıktı. Onları yakalamış öpüyor öpüyordu. Sımsıkı sarılmış bırakmıyor bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözlerini birden açtı. Rüyasındaki eller, ellerinin arasındaydı. Bu ellerin sahibi de, kendisi de gerçekten ağlıyordu. Sultan Hanım:

- Tamam oğlum, ben buradayım, ağlama canım benim, rüya gördün galiba, diyor. Oğlunu sakinleştiriyordu.

Sultan Hanım, oğlunu biraz kenara itti. Bir eliyle oğlunun başını okşuyor, uyuması için yardımcı olmaya çalışıyordu. Onun yüreğinde kopan fırtınalara bu kadar duyarsız kalmasının acısını yaşıyor, sessiz sessiz ağlamasını sürdürüyordu. Aslan:

- Ne kadar güzel kokuyorsun anne, dedi.

Sultan Hanım:

- Bu anne kokusudur oğlum, herkesin annesi böyle kokar, haydi uyu, bak beraber yatıyoruz. 

Aslan annesi ile sarılıp yattığı zamanı uzatmaya çalışıyor, sorularıyla onu meşgul ediyordu. Bu manzarayı odanın kapısından sessizce izleyen Ferhat Bey, durumu anlamış, küçük bir çocuğun aynı evde annesine bu kadar hasret kalmasının acısını yüreğinde hissetmişti. Bu manzarayı bozmadan, diğer çocuklarının yattığı odaya geçti. Küçük oğlu yapabileceği tüm yaramazlığı yapıp, annesini haddinden fazla yormuştu. Küçük kızı ise gün boyu türlü nazlar, niyazlarla ortamı germiş, annesinin sinirlerini altüst etmişti. Sultan hanımın üçüncü bir çocuğa sabrı kalmamış, kalan son gücünü de ev işlerinde harcamıştı. Üstelik ertesi güne okunması gereken yazılı kâğıtları vardı.

Ferhat Bey, bunları düşünüyor, küçük Aslanın omuzlarına, sekiz yaşında verdikleri yükün ağırlığıyla eziliyordu.

O da çocuktu, onunda sevilmeye, nazlanmaya, oynamaya, ilgilenilmeye hakkı vardı.

Ferhat Bey, adımlarını yeniden Aslan’ın odasına çevirdi, bu küçük adamın affına muhtaçtı. Birbirine sıkı sıkı sarılıp bir vücut olan oğlunu ve karısını yatağın bir tarafına itti. Boşalan yere usulca uzandı. Bir eliyle oğlunun saçlarını okşuyor, dudaklarıyla başına sayısız öpücükler konduruyordu.

Beklemediği bu ilgi ve sevgi karşısında hayatının en güzel gecesini yaşıyordu küçük Aslan. Büyük bir mutlulukla gözlerini kapatmış, gecenin hiç bitmemesini dileyerek annesinin ve babasının koynunda uykuya dalmıştı.

  GÜLŞEN KOÇAK DEMİR
 

 

 

 

 

                                   MÜFETTİŞ GELDİ

                İlk okul birinci sınıfa başlamıştım. Ağlamadan, annemi isterim, demeden,eve kaçmadan geçmişti ilk gün. Her fırsatta ögretmenin gözüne girip, sevgisini kazanmaya çalışıyor, beni farketsin diye hoplayıp zıplıyordum. En sevimli halimle başarılı olmaya çalışıyordum. Beni okula gönderenler “öğretmen seni çok sevecek,annen gibi seninle ilgilenecek, a’ yı b’yi ögretecek demişlerdi.her yaptığım resmi, çizdiğim harfi göstermek için defalarca “öğretmenim “ dedim,ama o bana bir kere bıle Ayşe demedi. Harfleri öğrendiğim zaman ilk işim, öğretmenime şiir yazmak oldu, beni dinlemedi.  Resimlerimde ellerinden tutarken çizdim onu, o bir kere bile tutmadı. Rüyalarımda saçlarımı okşardı, yanında dolandım saçlarım kısayken beni hiç sevmezdi, uzadığını bile farketmedi. Herkesin yazdığına baktı, aferin attı; ben defterler bitirdim bir tane çizik bile koymadı. Yine de sevdim onu, o da beni sevdi sandım.Bir gün çok hastalandım. Kötü kötü öksürüyordum. Annemi çağırdı. Benimle ilk defa ilgilendiğini düşündüm, koşa koşa eve gittim, annemi çağırdım. Anneme;
-          Al, şu kızını doktora götür, kötü kötü öksürüyor,verem midir nedir? Arkadaşlarına bulaştırmasın, dedi.
               Annem çok üzüldü bu sözlere, yumuşak bir ses tonuyla:
-          Götürdüm doktora, sadece üşütmüş hoca hanım dedi.
 
Öğretmenim ses tonunu yükselterek:
 
-          Hanım hanım bu çocuk verem bana rapor getireceksiniz, dedi.
 
             Annem üzerimi hazırlayıp çantamı hazırladı, bir yandan da gözyaşı döküyordu. Elimden tutup doğru doktora; hemde o fakirlikte özel doktora götürdü. Filimler çekildi, tahliller yapıldı. Sonuç aynıydı ; üşütmüşüm. Annem dosyayı ve evrakları öğretmenin eline verdi. Öğretmen şöyle bir bakıp anneme iade etti. Bana elinin tersiyle sınıfı gösterdi, oturmamı işaret etti. Öksürmem devam ediyordu. Öğretmen sınıfa girer girmez yanımda, önümde ve arkamda oturan arkadaşlarımı kaldırdı. Benim yalnız oturmamı istedi. Ben yine de onu seviyordum. Bu hareketi çocuk aklımla arkadaşlarıma öksürük bulaştırmayayım diye yaptı sanmıştım. İki hafta böyle yalnız oturdum.
              Bir gün okula müfettişler geldi. Öğretmen apar topar yanıma birilerini oturttu. Müfettiş gelmeden, gözde öğrencilerini ön sıralara oturtturdu, onları sıkı sıkı tembihledi;
-          Parmak kaldırın,
-          Çok konuşmayın,
-          Sorulara cevap verin,
-          Kavga etmeyin, konuşanın sözünü kesmeyin.
               Cümleleri bitmeden müfettiş bey içeri girdi. Öğretmen panik halde hepimizi kaşıyla, gözüyle susturdu. İlk andan itibaren öğretmenin gözdeleri , yasaklanan her komutun tersini yapmaya başlamışlardı bile. Öğretmen telaşlanmıştı, ne yapacağını bilemiyordu. Müfettişin görmediği yerlerde, eliyle koluyla yaramazlık yapanları tehdit ediyor, bazen parmağıyla sus işareti yapıyordu. Müfettiş evraklarını beğenmemezlik ifadesiyle yazmış, sorularını sormaya başlamıştı. Öğretmenimizin işaretiyle sorulara cevap vermeye kalkanları, müfettiş bir daha düşün diye yerine oturtturuyordu. Öğretmen artık iyice bocalamaya başlamıştı. Müfettiş;
-          Bir de okumalarına bakalım, dedi.
 
               Maskara Maymun adında bir metin okuyorduk. Okumalar bitmiş, öğretmene bir fırça da okumalarımız için çekilmişti. Müfettiş, bu sınıftan bir şey çıkmaz edasıyla, son bir soru soracağını söyledi. Ellerini arkada birleştirip, bir ileri bir geri yürüyüp, bir yandan da sorusunu düşünüyordu. En sonunda beklene soru geldi. Soruyu hatırlamıyorum ama cevabı hiç kimse bilememişti. Sorulan tüm soruların cevabının adım kadar iyi biliyordum. Fakat susturulup konuşturulmadığım için parmak kaldırıp kendimi göstermeye cesaret edemiyordum. Ah öğretmenim, beni sevse , bana güvense, hadi konuş dese diye dua ediyordum. Ben böyle kafam önümde düşünürken, sert bir ses tonuyla kendime geldim.
 
-          Sen, dedi müfettiş.
 
               Ben üstüme alınmadım, etrafıma baktım. Arkadaşlarım sırıttarak, nasıl olsa bilemez, der gibi bana bakıyorlardı. Bana hiç fırsat vermediler ki bilsinler, ben de vardım o sınıfta görmediler. Müfettiş ses tonunu yükselterek tekrar bağırdı.
 
-          Sen sen arkadaki.
 
               Utana, sıkıla ayağa kalktım. Müfettiş soruyu tekrarladı. Ben sorunun cevabının içine kendi yanlızlığımı, farkında olunmayışımı, ciddiye alınmayışımı da katıp, Maskara Maymunun dilinden anlatı vermiştim. Sanki tüm dünya beni dinliyordu. Hayatımda ilk defa birileri vaktini benim için harcıyordu. Öğretmenim ağzı açık bir şekilde bana bakıyor, müfettiş adeta çarpılmış gibi gözünü kırpmadan beni dinliryordu. İçimden inşallah öğretmen bana kızmaz, zaten beni sevmiyor diye dua ediyordu. Artık kabul ediyordum, beni sevmiyordu. Öğretmenimiz zenginlik, kalite ve güzellik meraklısıydı. Bense zayıf, fakir ve bakımsız, birazda çirkin bir kızdım. Mifettiş kendine geldikten sonra öğretmene döndü.
 
-          Hoca hanım mühteşem yetiştirmişsiniz, mükemmel  eğitmişsiniz, siz daha iyi okullara layıksınız, çok tebrik ediyorum , buyrun dışarıda görüşelim, deyip gitmişti. Öğretmenimiz bize gururla bakıp, zafer kazanmış komutan edasıyla, müfettişin arkasından çıkmıştı. Ertesi gün ve daha sonraki günler öğretmenim bana farklı davranmadı. Gözdeleriyle uğraştı, yine beni görmedi. O gün benim için iyimi geçti, kötümü geçti anlamadım. Yine okula gittim ama öğretmen sınıfa gelmedi. Başka bir öğretmen geldi;
 
-          Çocuklar müfettiş öğretmeninizin sizi yetiştirmesini çok beğenmiş, onun daha iyi bir sınıfta çalışmasını istemiş,tayini çıktı, çok kaliteli bir okula gitti.
 
             Arkadaşlarım ilk defa bana sevgiyle baktılar. Önemli ve değerli olduğumu hissettirdiler. Bana top attılar. Hastalandığımda yanımdan kaçmadılar. Artık bende vardım. Parmak kaldırıyordum. Öğretmenim banada aferin diyordu. İlk öğretmenimin adını hiçbir zaman unutmadım ama kimseyede söylemedim. O beni hiç sevmedi ama ben onu çok sevdim. Olsun öğretmenim sen benim saçımı hiç okşamadın ama ben senin ellerinden öperim.
 GÜLŞEN KOÇAK DEMİR
 

İNSANLIĞIN BİTTİĞİ AN

Gülşen KOÇAK DEMİR

Uzun uzun çalan telefonun sesiyle uyandı Elif Hanım. Arayan, yıllardır görmediği bir akrabasıydı. Hasretle açtı telefonu. Karşıdaki, mahcup ve sitemli konuşuyor, aradaki küskünlüğü hissettirip bunca zaman sonra aramasına sebep olan acizliğini anlatıyordu. Elif Hanım onu kırmamak için niyetini anlamazlıktan gelip geçmişte yaşananları açmadan durumu anlamaya çalıştı.

Karşıdaki ses, amcakızı Belkıs’dı.

- Babamın hastalığını biliyorsun. Eğer rahatsız etmezse, yarın size gelebilir mi? Hastalığının çaresi İstanbul’da, bir hastanedeymiş. Sizde kalabilir mi? diye sordu Belkıs.

Elif Hanım, çalışan bir bayan olmasına rağmen, hiç tereddüt etmeden:   

- Başımın üstünde yeri var, buyursun gelsin, dedi.

Bir misafir ağırlamanın özellikle de yaşlı bir amcanın zor durumunda yardımcı olabilmenin mutluluğu ile kapattı telefonu. Hemen kafasında amcanın en rahat edebileceği yeri belirleyip uzun süre kalabileceğini hesaplayarak eşyaların ve odaların yerini değiştirmeye başlamıştı bile. Ev bir anda karışmış, her yer birbirine girmişti. Aklında her gün için yapabileceği yemek çeşitlerini sıralamış, ertesi günü iple çekmeye başlamıştı. Tek endişesi çocuklarına bakmak için gelen bakıcısının tepkisiydi. Elif Hanımın ananesinin gelip gitmesinden bile rahatsız olan bakıcısı acaba bu işe ne diyecekti? “Yok canım… O kadar da vicdansız değildir herhalde, hem burası benim evim. Evime gelip gidene kimse karışamaz, amcanın odası ayrı olacak. Hizmetini, yemeğini ben yaparım. Kapısını kapatır oturur. Eşim de eve erken gelir. diye düşündü. 

Aklından bunları geçirirken çalan telefonun sesiyle irkildi. Gördüğü numara karşısında hayrete düştü. Numara bakıcınındı. “Allah Allah, ben erdim galiba bakıcıya ayan mı oldu?” diye gülümsedi. Tedirgin bir ses tonuyla açtı telefonu. Bakıcılar genelde hafta sonları işi bıraktığını söylemek için ararlardı. Bu sene değişen üçüncü bakıcısıydı. Her biri çeşitli nedenlerle ayrılmış, bir sonraki fırsattan istifade daha fazla para ile işe başlamıştı.

Bakıcı telefonu açar açmaz Elif Hanımın annesi Şerife Hanımı şikâyet etmeye başladı. Elif Hanım, bu konuşmanın ardından; “Böyle giderse işi bırakırım.” cümlesinin geleceğini, kendisinin de bakıcısız kalmamak için her türlü kırıcı ve üzücü lafı yiyeceğini biliyordu. Sabırla cümlesinin sonunu bekleyerek  “Tamam ben onunla konuşurum.” demişti. Telefonu kapatmak üzereyken; “Ben böyle tahammül edemem, bırakırım.” diye biten meşhur cümlesini söylemeyi ihmal etmemişti.

Elif Hanımın bu sözlere canı çok sıkıldı. “Bu kadar üzülmüşken başıma ne gelirse gelsin!” diyerek eve yatılı misafir geleceğini bir çırpıda söyleyivermişti.

Karşıdaki kadının ses tonu iyice yükselmiş hatta iyice kabalaşmıştı. Öyle hiddetli konuşuyordu ki sanki telefondan çıkıp yanına dikilecekmiş gibi hissetti Elif Hanım.

Telefonun yine tehdit edilerek kapanacağı belliydi ama bu sefer buna bile şükredecekti. Telefondaki ses iyiden iyiye hakarete başlamış, bu kadar çok bakıcı değiştirmenin sebebi bile gelen misafirlerine bağlanmıştı. Çocuklarının elli çocuğa bedel olduğundan başlanıp, maaşın iki katı olması gerektiğine kadar uzamıştı tartışmanın konusu. Elif Hanım dinlediklerini sindirmeye çalışıyor, sonunda da; “Allah’ım bana yardım et ben bu kadar aciz miyim neden çalışanlarıma kendimi ezdiriyorum.” diye hayıflanıyordu.

Bakıcı Kadın, sözlerinin ve hakaretlerinin şiddetini iyice arttırmış, konuşmasına devam ediyordu: 

- Ben kimsenin misafirine bakmam. Kocan izin alsın otelde kalsınlar. 

 Sözlerini duyan Elif Hanım “Artık ne olursa olsun!” deyip karşıdaki suçlamaların hepsine karşı savunmaya geçmişti. Kul hakkından, hasta ve yaşlılara merhametli olunması gerektiğinden, yarın belki onun da bu hale düşebileceğinden bahsediyordu. Oysa karşısındakinin bunları anlamadığı söylediği kesin ve net ifadelerden anlaşılıyordu. 

- Bana bak Elif Hanım, dedi Bakıcı Kadın. Sen çok iyi kalplisin. İnsanlar seni kullanıyor ama ben kendimi ezdirmem. Her zaman bir bardak pirinçten pilav yaparken şimdi bir buçuk bardaktan yemek yapacağım. Bana tabak, kaşık bulaşığı çıkacak. Evde rahat dolaşamayacağım. Çocuklar zaten bana yetiyor, bir de annen Şerife, gelini ve yeğenin geliyor. Yok arkadaş, ben kimseye bakamam. Sen varken gelsinler. 

Onun hiddet dolu, aralıksız konuşmalarına müdahale edemiyordu bile Elif Hanım. Kadının nefes aldığı boşluklarda araya giriyor, fakat Nuh diyor peygamber demiyordu.

- Ben misafirimin yemeğini yaparım. Tuvaleti ayrı, bakıp da ne bakacaksın? O kendi başının çaresine bakıyor. Kabını, kaşığını bile yıkama. Ben öğle paydosunda gelip yemeğini verir, bulaşığını yıkarım. Sana bir zararı olmaz, merak etme. Hem benim çocuklarım öğlen okula gidiyor. Sadece biri evde kalıyor. O da seni çok fazla rahatsız etmez, dedi Elif Hanım. 

- Ben aynı çatı altında, yüz yaşında bile olsa bir adamla duramam. Sizin kadar geniş değilim. 

- Genişlikle ne ilgisi var, o kadar muhafazakârsan dışarı bile çıkma. Dışarıda da bir sürü adam var. Sen de hiç mi Allah korkusu yok! Ben misafirimi kapının önüne koyamam. Tamam, konuyu kapat, ben bir yolunu bulurum. Bu yaptığını unutma, ilerde başına böyle bir şey gelirse, sakın “Neden?” diye düşünme.

Kadın bu sözden bile etkilenmedi.

Elif Hanımın morali ve sesi iyice düşmüştü. Konuşulanları kalbiyle reddetse de konunun ve telefonun kapanması için; “Tamam ben halledeceğim, kapat artık telefonu!” demişti.

Telefonu kapattıktan sonra bütün neşesinin söndüğünü, misafirin gelmesinden dolayı büyük bir endişe ve üzüntü içinde olduğunu hissetti. Kendisini bir an misafirinin yerine koydu. Çaresiz, kimsesiz, hasta, yaşlı ve bir ayağı yoktu. Sonra kendi acizliğine kızdı. Bu evde işveren kim, kimin sözü geçer? Ben kimim? Neden sözüm geçmiyor? Evime gelene kim karışır? Benim hayrıma kim nasıl karışır? Ben bakıcının günahına kötü kalbine nasıl alet olurum? Amcaya ne derim? Allah’a ne derim? Bu nasıl bir sınav? Bırakayım bakıcı gitsin mi, çocuklarıma başka birini bulsam alışabilirler mi? Bu kadın çocuklarıma iyi davranıyor. Gelecek kadın nasıl davranır? Eşime söylesem bana ne der? Yardımcı olmak için bana bir fikir verir mi? Amaaan, o ne zaman beni düşündü ki… Benim bu kadar aciz olmamın nedeni zaten o değil mi?

Aklından bir sürü sorular geçti durdu genç kadının. En çokta amcaya üzülüyordu. Yıllar sonra evine gelecek birinin bu durumda kendini nasıl hissedeceğini bilmiyordu. Allaha sığınıp kendine doğru yolu göstermesini dilemişti.

Biraz uyuyup bu düşüncelerden kurtulmak, uyandığında her şeyin düzelmiş olduğunu görmek istiyordu.

“Allah’ım! her kalbin anahtarı sende. Şu bakıcının kalbine merhamet ver ya da bana doğru bir yol göster!” diye dua etti. Gözlerini henüz kapatmıştı ki kapının ziliyle kendine geldi. Elif Hanım kapıyı açtığında amca ve eşi karşısında duruyordu. Amca koltuk değneklerine sıkıca tutunmuş ayakta duramayacak haldeydi. Elif Hanım boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. Bütün çaresizliğine karşı amcayı rahat ettirmek istiyordu.

Amca dördüncü kata çıkarken yorulmuştu. Ağır vücudunu tek bacakla, koltuk değnekleriyle taşımak onu hayli zorlamıştı. Güçlükle konuşuyor kendini bir an önce koltuğa atmak istiyordu.

Yerine oturup bir “Ohhhh!” çektikten sonra “Ben her gün nasıl inip çıkarım, Böyle olursa tedavi olamam,” dedi. Elif Hanım amcanın bu sözleriyle biraz rahatladı. Aklından değişik çözümler geçiyordu ama en güzeli her şeyi Allah’a bırakmaktı. O misafiri Elif’e yollayan o yüce yaratıcı değil miydi? Bu olay Elif’e göre kesinlikle sınavdı ve onun bu sınavı kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Her zamanki gibi işi duayla çözeceğini umuyordu.

Elif Hanım mutfağa gelen kocasına bakıcı ile geçen konuşmaları bir bir anlatıyor, bir yandan da uzaktan gelen yorgun ve aç misafirine yemekler hazırlıyordu. Zaman zaman boğazında düğümlenen yumruları güçlükle yutuyor, ağlamamak için olağanüstü bir gayret sarf ediyordu. Kocası Rıza Bey, salona, amcanın yanına döndüğü sırada olup bitenleri misafirine özetlemişti bile.

Elif Hanım durumu hissettirmemek için zoraki gülüşlerle salona girdiğinde amcanın yüzündeki ifadeden kocasının yine dilini tutamadığını anladı. Oysaki kocasına sıkı sıkıya tembih etmişti. “Amcaya söyleme!” diye. Biliyordu, gün doğmadan neler doğar, Rabbi ne kutlu kapılar açardı ona. Amcaya hissettirmeden, onu hiç üzmeden, başka bir çıkış yolu gösterirdi nasılsa.

Amcanın yüzüne düşen üzüntü Elif Hanımın içini acıtıyordu. Onu rahatlatmak için dil döküyor, “Zaten bakıcıyla anlaşamıyoruz her şeye karışıyor, kim patron kim işveren belli olmuyor, seninle ilgisi yok, kafanı takma boş ver onu,” diyordu.

Elif hanım ne söylerse söylesin amcanın morali bozulmuştu bir kere. Kendisini sığıntı gibi düzen bozan bir kişi olarak hissetmeye başlamıştı bile. Elif hanıma dönerek: “Böyle olduğunu bilseydim billahi gelmezdim. Gelin, kusura bakma!” deyip üzüntüsünü dile getiriyordu.

O gün gidilmesi gereken hastaneye gidilecekti. Hastane konusunda kendilerine yardım edecek olan hemşerisi belirlenen saatte gelip amcayı alıp tedaviye götürecekti.

Telefonun çalmasıyla beklenen kişinin geldiği anlaşıldı. Amca ve Rıza Bey hazırlanarak protez randevusu için evden çıktılar. Elif hanım için tam da duygularının kendisine yaşattığı azaptan kurtulma vaktiydi. Çocuklarına göstermeden odasına gitmiş ve ağlayarak dua etmeye başlamıştı. Duasında “Amcayı incitmeden, bakıcıyı kovmadan bir çare bulmasını, kendini günaha sokmamasını istiyordu.”

Elif Hanım ne kadar ağladı, ne kadar dua etti bilmiyordu. Bir yandan da evdeki işleri hırsla bitirmeye çalışıyordu. Çocuklarının sorularına bile baştan savma cevaplar vererek geçiştiriyordu. Hiçbir şeye tahammülüm olmadığını anlıyor, bir bakıcının çalıştığı evin huzurunu kaçırmasına kendi iç yaşantısına bu kadar müdahalesine ve kendisinin de buna müsaadesine anlam veremiyordu. Her türlü haksızlığın karşısında aslan kesilirken şimdi neden bu kadar aciz olduğunu anlamıyordu. Bakıcıyı kaçırmak istemediğinden çektiği bu iç azaba değer miydi? Hem kendisine ve misafirine bu kadar acımasız davranan bencil bir insanın çocuklarına nasıl davrandığını biliyor muydu? Dört duvar arasında olanı Allahtan başka kim bilebilirdi? Artık duyguları değil, mantığı olaya el koymaya başlamıştı. Düşünceleri netleştikçe duyguları da sakinleşmiş, rahatlamıştı.

Artık kararlarını kendisi verecekti. Kararlara uymayacaksa gidecek olan misafir değil, bakıcı olmalıydı. Son nokta buydu. Kendisiyle o kadar konuşmuştu ki çalan kapıyı bile dakikalar sonra duyabildi. Koşarak kapıyı açtı, gelen eşiydi. Gülüyordu. Elif Hanım endişeli bakışlarla amcayı aradı ama göremedi. Eşine “Ne oldu, amca nerede?” diye sordu. Eşi büyük bir yükten kurtulmuş olmanın rahatlığıyla amcayı bir yakınlarının vasıtasıyla konuk evine yerleştirdiğini söylüyordu.

Elif hanım rahatlamıştı aslında. Yine de evlerine gelen misafirine hizmet edememenin üzüntüsünü yüreğinde hissedip hafifletici nedenlerle bu durumda olduğunu bilmek istiyordu. Buna destek olacak sözler duymak istiyordu eşinden. Nitekim beklediği sözler bir bir dökülüyordu eşinin ağzından. Doktorlar protez tedavisi süresince amcanın yorulmayacağı ve merdiven çıkmayacağı yerlerde kalması gerektiğini, hele dördüncü kata inip çıkmasının mümkün olmayacağını, mutlaka uygun bir yere yerleşmesi gerektiği söylemişler. Bunun üzerine amca konuk evine yerleştirilmiş.

Elif Hanıma ise her türlü ihtiyacını karşılayarak misafire hizmet etmek mutluluğu düşmüştü.

Rabbi bir kere daha Elif Hanımı ömrü boyunca unutamayacağı bir şekilde sınamış, iki zor durumun içinden duayla çıkarmıştı.

Elif Hanımın hep dediği gibi; “Mevla’m görelim neyler, neylerse güzel eyler.” sözü tecelli etmişti. Artık bakıcısının akıbetini merak ediyordu. Bakalım Mevla’m ona neler edecekti.